ANA SAYFA2020Mart27K.S. – 2020 – KORONA SONRASI 2020’LER! Düşünce Defteri K.S. – 2020 – KORONA SONRASI 2020’LER! “Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.” José Saramago Hepimiz için sanırım bir milat olacak bu virüsün öncesi ve sonrası. Hayatlarını öncesi ve sonrası olarak ayırmayan insan kalmayacak sanırım. Dünya nereye gider, teknoloji hayatlarımızın hangi alanında ne kadar yer kaplar, çiplenir miyiz, çiplenmez miyiz onu bilemem ama kişisel hayatlarımızda çok radikal değişimler yaşanacak gibi. Herkes ‘kişisel ohal’ini ilan etmekle beraber aynı zamanda ‘kişisel inzivası’nı da ilan etti. Neredeyse otel olarak kullanmaya başladığımız evlerimize çekildik. Sokaklarda yaşıyorken şimdi o “hayatta giremem” dediğimiz ve giremeyip daraldığımız evlerimizdeyiz. Ne kadar süreceğini bilmesekte, nasıl olduğunu anlamadan yaklaşık iki haftadır evlerimizdeyiz. İlk hafta, beraber yaşadığımız insanların aslında ne kadar eğlenceli olduğunu anladık belki de. Onların bizim için olan değerini. Sarılırken, öperken tedirgin olduk ve bazen ikisini de içimiz yana yana yapamadık. Yalnız yaşıyorsak yalnızlığın tadına vardık. Kendimizle zaman geçiriyor olmak eğlenceli geldi. Ev yemeklerini ne kadar özlediğimizi farkettik belki de, yemek yapmanın ne kadar zevkli olduğunu, temizlik yapmanın insanı ne güzel oyaladığını, çorap çiftlemenin insanı nasıl motive ettiğini deneyimledik. Spor salonuna gitmeden de spor yapabileceğimizi, evde son ses müzikle yeni ergenler gibi bağıra çağıra şarkılar söyleyip eğlenebileceğimizi, eğlenmek için içmeye ihtiyacımızın olmadığını anladık. İkinci hafta itibariyle artık sıkılmaya başladık. Daha çok insana ihtiyaç duyar olduk. Sokaklar daha sessiz, hareket yok. Hava kapalı. Gençler yok sokaklarda, dışarıdan yaşam belirtisi gelmiyor geçen tek tük birkaç araç dışında. Dışarısı ile olan bağlantımızı iyice kestik. Her şeyi “online” yapabilmenin bir yolunu bulduk. Dışarı çıkmadan her şeyi halletmenin derdindeyiz. Bugüne kadar biriktirdiğimiz neredeyse hiçbir kıyafeti, güzellik malzemesini, ayakkabıları kullanabileceğimiz bir yer kalmadı ve ne zamana kadar kullanılmayacakları hakkında bir fikrimiz de yok. Bilmem kaç faizle, bilmem kaç ayda, yine bilmem kaç ay çalışıp ödeyebileceğimiz arabalarımız oldukları yerde durmaya başladılar. Paramız var gibiydi ama aslında yoktu. Ekonomik olarak rahatlamak için kredi aldığımız gibi hislerimizden de kredi aldık. Bitti! İhtiyacımız olmayan her şeyi almamız istendi aldık. Bitti! Alacak başka bir şey kalmadı. Şu an karnımızı doyurmaktan daha fazlasının düşünerek hareket etmek zorunda olduğumuz günlerdeyiz. Herşeyi tükettiğimiz günler geride kaldı. Bundan sonra ne olacak? Nasıl geçineceğiz? Karnımızı nasıl doyuracağız? Çocuklarımıza nasıl bakacağız? Hayatımızı nasıl idame ettireceğiz? Hani bizden büyüklerin hep bir söylemi vardır; “İnternete çok güvenmiyorum. Ya çökerse? Her şey iptal olur. Para da alamazsın bankadan, devlet dairesinde işini de halledemezsin!”. İnternet çökmedi ama iş hayatı çöktü. İnternet çökmedi ama para kazanma sistemimiz çöktü. İşi interneti sonuna kadar kullananlar bile işi internete bağlı olmayanlara bağlı bir sistemdeydik. E-ticaret peki ama ya kargo? E-Bankacılık peki ya para? E-Okul peki ya okul binaları? Bugünler bize şunu mu gösteriyor? İnternete bağlı işi olanlar şanslı ama internete bağlı işi olmayanlar cezalı. Hala işi için sokağa çıkmak zorunda olan insanlar var. Çıkmasalar? Nasıl para kazanacaklar? Nasıl geçinecekler? Simitçiler, çiçekçiler, pazarcılar, seyyar satıcılar, call center görevlileri, bankacılar, devlet memurları… Çıkmazsak ne olacak? Çıkmadığımız ve para kazanacağımız bir sistem mümkün mü? Yaptığımız işi ve yapılan işleri sorgulamaya başladık. Ne için çalıştığımızı, ne için birikim yapıp kendimizi ne için heba ettiğimizi. Yaptığımız işlerin sürdürülebilirliğini. Dilediğimizce yaşayabileceğimiz, kazanç sağlayabileceğimiz ama aynı zamanda hayatı ıskalamayacağımızın bir hayatın mümkün olup olmadığını… Üçüncü hafta itibariyle sanıyorum hepimiz biraz daha düşüneceğiz. Biraz daha sorgulayacağız. Dördüncü hafta itibariyle kararlar alıyor olacağız. Beşinci hafta itibariyle adımlar atıyor olacağız. Düşünebiliyor musunuz? Dünya durdu! Durmaz dediğimiz dünya durdu ve biz bir günde yapabildiğimiz işleri bir saatte ve bir saatte yaptığımız işleri bir günde yapıyoruz. Belki de hiç yapmadığımız işleri yapıyoruz. Her ne kadar çalışıyor olsakta ara ara gün kavramı kayboluyor, saat kavramı kayboluyor. Hani saatsiz ve programsız yaşayamıyorduk ya? Kayboldu! Ajandamıza bakmadan hareket edemiyorduk ya hani? “ACİL” kod adlı e-postalar vardı hani? Bundan iki hafta öncesine kadar geliyordu. Hala “ACİL” mi?. Zaman ya su gibi akıp geçiyor, bazen de sanki bir saat bir yıl gibi geçiyor. İzafiyet? Murphy? Hiçbirinin bir anlamı kalmadı artık. Zaman senin! Günler senin! Farkında mısınız çocuklar huysuzlanmıyor. Kimse kimse ile kavga etmiyor. Sanki herkesi bir huzur kapladı. Çünkü yorulmuştuk, çünkü sıkılmıştık. Kime sorsak bir yarım ağızla sıkıldım diyor ama kimse de bir umutsuzluk yok. Çünkü o yaşadığımız girdap bizi paçavra etmişti. Hızlı giden araba yok. Sokakta hızlı yürüyen de görmüyorum. Bundan iki hafta önce hepimizin her yere acelesi vardı. Şimdi kimsenin hiçbir yere acelesi yok. Yine aynı şeyler, yine aynı hayat ve yine aynı sorumluluklar. Yaşadığımız zamana sığmaya çalıştık ama sığamamıştık. Sanırım şimdi yavaş yavaş sığıyoruz. “Ve insanlar arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.” Stefan Zweig “Zamanım yoktu!” zaman ayıramayacağımız ama aynı zamanda hayatımızda kalması gereken insanlar vardı hayatlarımızda. Zamanımızda, günümüzde ama ona ya da onlara yoktu ama hayatlarımızdalardı. Ve bazen de, belki çoğu zamanda gerçekten zamanımız yoktu. Günler nasıl geçiyor anlamıyorduk, “hani dönüp baktığımızda öyle çok bir şey de yapmıyorduk”. Şimdi hiç zamanı olmayan var mı? Hiç duyuyor musunuz bunu? Çünkü ayıklandık. Geçtiğimiz sene bir fragmandı. Hayatımızda artık zamanımızın olmadığı kimse, zaman ayıramadığımız hiçbir eşya, zaman bulupta giyemediğimiz hiçbir şey kalmadı. Bugün hayatımızdaki herkese ve her şeye zamanımız var. “Şarjım bitiyor!” bitmiyor artık şarjlarımız, telefonumuzu en çok kullandığımız zamanda böyle bir bahanemiz de kalmadı dikkat ederseniz. Kendimize kaçmak için bahaneler bulmuyoruz, bulmak istemiyoruz. “Meşgul!” değildik aslında, işimiz de yoktu. Sadece daha çok ilgimizi çeken şey vardı. Aslında şimdi daha meşgul değil miyiz? Bir yandan ev işleri, bir yandan hayat gailesi, bir yandan sorumluluklar, bir yandan bir belirsizlik, bir yandan geçim derdi ve bir yandan da “ellerimi bir daha yıkasam mı?” sorunsalı… Her şey hepimizin sorumluluğunda ama herkesin herkese ve her şeye vakti var. Size de tuhaf gelmiyor mu? Sessizliğimize rağmen daha sesli değil miyiz? Birbirimizden daha çok haberimiz yok mu? Sokaklar şimdi sessiz, evler de sessiz gibi. Bahçelerde, balkonlarda insan yok. Ama hepimizin her anından birbirimizin haberi var. Sokaklardaydık ama o sokaklarda yalnızmışız meğer. Dışarıdaydık ama hepimiz aslında içimizdeymişiz. Yürüyormuşuz ama nereye ve neden yürüdüğümüzü bilmiyormuşuz aslında. Birileriyle buluşuyormuşuz ama dinlemiyormuşuz aslında. Konuşuyormuşuz ama ne konuşuyormuşuz acaba? Bugüne kadar ne paylaştığınızı hatırlıyor musunuz? Çok yer edecek bir anı yoksa sanmıyorum. Ama inanıyorum bugünlerde, konuştuğunuz her şeyi bundan on sene sonra dahi çok net hatırlayacaksınız. Çünkü istiyoruz. İletişim kurmak istiyoruz. Anlamak istiyoruz. Tanımak istiyoruz. Merak ediyoruz. İstiyoruz. Hayatlarımızda çok uzun seneler sonra belki de yaptığımız her şeyi zorunlu olarak girdiğimiz evlerimizde isteyerek yapıyoruz. Kapalıyız ama sanki daha özgürüz. Sessiziz ama sanki çok daha sesliyiz. Mutsuz olmamız lazım ama sanki çok daha mutluyuz. Huzursuz hissetmeliyiz ama sanki daha huzurluyuz. Sanki tüm taşlar yerine oturuyormuş gibi hissetmiyor musunuz sizde? Sanki tüm hisler yerini buluyor gibi değil mi? Sanki bir şeyler demleniyor ve daha da tadını alacakmışız gibi değil mi? Bir tek ben mi böyle hissediyorum? Özgür değiliz aslında tıkıldık. Ama çok özgür hissetmiyor musunuz? Yalnızız ama hiç yalnız değiliz aslında. Yalnız değilmişiz. Egolarımıza yenilmişiz. Kendimizi çok önemli sayıp egomuzca bahaneler üretmişiz. Zamanımız olmamış, işimiz çıkmış. Aslında görüyorum ki hiçbirimiz her akşam bir plan yapmak istemiyormuş. Aslında biz sevilmek istemişiz, sevdiklerimiz tarafından değer görmek. Bu devirde, hepimiz evlerde ve hepimiz mutlu… Çünkü önce kendimizi sevmemişiz, kendimizi sevmeyi bilmediğimiz için karşımızdakini sevmemişiz, karşımızdaki sevilmediğini hissettiği için o da bizi sevmemiş. Biz aslında modern dünya adı altında, sosyalleşerek bir araya gelerek nefreti yaymışız, öfkeyi, kıskançlığı, yermeyi, kıyaslamayı. Hepimiz farkındaydık bu düzen böyle gitmeyecekti. Ne kadar daha o kadar hızlı yaşacaktık? Bazılarımız bu soruyu dillendirdi, bazılarımız dillendirmeden huzursuzlaştı, bazılarımız işe şu an farketti. Frenimiz patlaşmış gibi gidiyorduk. Çarptık. Hiçbirimiz bu çarpışmaya şaşırmadı aksine rahatladık! Durduk ve rahatladık! Çünkü hepimizin durmaya ihtiyacı vardı. Doğayı farketmeye başladık. Sosyal medyadan ve televizyonlardan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladık. Hepimiz hem madden hem manen, hem fiziksel hem de kişisel olarak ne olduğu önemli olmaksızın eşitlendik. Hayat hepimiz için durdu. Hepimizin dertleri aynı artık. Aklımızdaki sorular aynı; “Kiramı nasıl ödeyeceğim? Elimdeki para beni ne kadar götürür? Ya maaşım yatmazsa? Ya iş bulamazsam? Çocukların okulunu nasıl ödeyeceğim? İleriki tarihler için aldığım biletlerime ve rezervasyonlarıma ne olacak? Ne zaman okula gidebileceğim?” Hep ilerisi için soru işaretleri var aklımızda hepimizin. Çünkü biz nereye gittiğini bilmeden hep bir muamma gelecek için yaşıyorduk. Plan yaparak belirsizliğini ortadan kaldırdığımızı sandığımız belirsiz bir gelecek için. Hayatımızı işgal eden ajandalarımızın, programlarımızın ne kadar bizi yorduğunu farkediyoruz belki de. Ben mesela ona bakıp bakıp gülümsüyorum ve konuşuyorum onunla; “bir süre daha sana ihtiyacım olmayacak sanırım”. Çünkü hayatlarımızdaki mesai azaldı. Daha fazla odaklanabiliyoruz tüm tedirginliğimize rağmen. Aldıklarımız kadar aslında ihtiyaçlarımızın almadıklarımız olduklarını farkettik. Şimdi hepimiz Mandıra Filozofu olduk mu? Ve o meşhur sahne gelsin o zaman… Amaçsız mı olalım? Hayır! Asıl soru şu; “Gerçekten o yalıya o kadar paranız olsa sahip olmak ister misiniz?” Belki o parayla kimsenin olmadığı doğanın ortasında bir arsa alıp kulübe yapmak istersiniz. Belki o paraya dünyayı 10 kere gezmek istersiniz. Sistem hiç değişmedi. Önce lise sınavı ile yarıştık, sonra üniversite, sonra iş pozisyonu ve sonra bize kurdurtulan hayaller için yarıştık. Hep yarıştık ve yorulduk. Ve tüm bunlar bize takkemizi önümüze alıp hem geçmişi, hem de geleceği bol bol değerlendirme fırsatı sundu. Belki hatalarımızla, belki yaşadıklarımızla, belki de geleceğimizle yüzleştik. İnsana, insandan daha iyi gelen bir şey olmadığı, sosyal hayatın her ne kadar çok içinde olmayanlar olsa da ne kadar değerli olduğunu. Psikolojik sorunu olan insanların normal hayatta neler yaşadığını anladık. Mesela şu an tüm dünya obsesif yani takıntılılar gibi aynı zamanda anksiyete bozukluğu olan, şizoid ve paranoidler gibi yaşıyor. Bu tanılara sahip ve bu sorunları yaşayan insanların aslında gün içerisinde neler yaşadığını daha iyi anlıyoruz. Birbirimize iyi geliyoruz aslında bu süreçte. Birbirimizi anlıyoruz. Şimdi hepimiz o TLC’deki temizlik hastaları gibi olduk mu? Olduk. Yalnız olanlarımızın bir kısmı belki evlenmeyi, belki de bu dönemde evli olmamanın en doğru karar olduğu kanısına vardı. Hangisi doğruydu? Bu dönemde evli olmak mı? Yoksa nasıl bir geleceğin bizi beklemediği bir dünyada bir de yol arkadaşımızın ve onun sorumluluğunun olması korkusu mu? Bir aile kurmamızın gerekliliği mi? Yoksa bu dönemde çocuk yetiştirmenin zorluğu mu? “Evleniyorum!” haberi bundan 10 – 15 sene önce birinden bu sözü duyduğumda çok heyecanlandırırdı beni, o düğüne gitmek için, onların mutluluğuna şahit olmak için gün sayardım. Nikah günü gözlerimden yaşlar süzülürdü. Şimdi hiçbir etkinlik için heyecanlanamıyordum. Görev gibi düğün yarıştırır olmuştu insanlar. Bu sene 10 düğüne gittim, bu sene 15… Her düğüne ayrı hazırlık. Gelinden daha telaşeli olmuştu konuklar. Hamilelik ayrı bir pazar ve ayrı bir ekonomiydi. Organizasyon! Dolu dolu bir kelime organizasyon! Influencer! Çok cool! Ama ne organize olduk, ne de influence edildik. Sadece günlerimizi doldurduk ve geçti. Düşünmeden sadece görerek ve göstererek yaşamaya çalışıyorduk. Ruhumuzun ihtiyacı var mıydı, yok muydu hiç önemsemeden ilerledik. Kalplerimizi çok kırdık. Kendi kalplerimizi. Her şeyi kiraladık duygularımız gibi. Elbiseleri, arabaları, evleri… Bize hiç ait olmayacak ve sahip olmak isteyip istemediğimiz şeyleri kiraladık. Hepimiz ama hepimiz o etkinlikten bu etkinliğe, o dersten öbür derse savrulup durduk. Hala da savrulmuyor muyuz? Online derslerimiz dolu. Sürekli bir yerlerden bir şey kovalama peşindeyiz hala. Meditasyonlar, sporlar, okumalar, dinlemeler yine hep birlikte. Yine doldurduk günlerimizi, saatlerimizi birçoğumuz. Çünkü belirsiz olmayı sevemiyoruz. Belirsizlik bizi çok rahatsız ediyor sanki her şey belirliymiş gibi. Belki de bu süreçten çıkarmamız gereken en önemli derslerin başında geliyor ne kadar belirli olduğunu düşünsek bile aslında yaşadığımız her şey belirsiz. Yaşayacaklarımız da. Anın daha farkında olmak, ilerisini düşünmeden yaşamak. O anın tadını çıkarabilmek. Ertelememek! Yan çizmemek! Önümüzdeki haftadan sonra bunlar da azalacak. Yine bazı dersleri almıyor gibiyiz. Ama hepimiz bu derslerde eşitleneceğiz. Geride kalanlar var onları da bekleyip ilerleyeceğiz. Evli, bekar, çocuklu, çocuksuz, genç, yaşlı… Hepimiz düşünüyoruz. Hepimiz aslında şu anda sürekli dertlenip eleştirdiğimiz bu yaşadığımız düzeni değiştirme şansını ele geçirdik. “Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki…” Sabahattin Ali 2000’ler ile birlikte aslında psikolojilerimizin hiç hazır olmadığı bir sürece girmiştik. Hızla ilerliyorduk içimiz ne hissediyor acaba diye sormadan. Ve şu anda tüm bu gelişmeler ile zihinlerimizin bir ortak nokta bulması gerekliliği ile karşı karşıyayız belki de. Durmadan sersem sebelek ilerliyorduk, nereye gittiğimizi bilmeden, freni patlamış kamyon gibi. “Bilmiyorum bu dünyanın hali ne olacak?” sorusu hep bir yanımızdaydı özellikle son 10 yıldır. Teknoloji, dünyanın ulaşılabilir olması, hayatların hızlanması, yozlaşması, duyguların körelmesi… Kısacası koronadan önce yaşadığımız her şey bizi yaşamamıza rağmen ürkütüyordu. Şimdi ise ne maddiyatın, ne kariyerimizin, ne sahip olduklarımızın aslında hiçbirinin bizim olmadığı gerçeği tokat gibi çarptı yüzlerimize. Ne olursa olsun hangi durumda olursan ol sağlığın her temenni de olduğu gibi temennide kalmadan hayatımızın ilk ilkesi olması gerektiği de öbür taraftan çarptı suratımıza. “Alışkanlıklar köleliğin farklı bir biçimidir.” Michel De Montaigne “Hayatta evde oturamam”, “Ben temizlik yapamam”, “Kariyerim her şeyin önünde gelir”, “Eve kadın almadan hayatta olmaz!”, “Senede mutlaka 2 tatil yaparım” , “Kınasız olmaz” ve benzeri bir sürü iddialı tezlerimizin hepsi şu an çürüdü. Çünkü yapamam dediğimiz ne varsa şu an hiçbir şey yapamadan güzel güzel, tatlı tatlı yaşıyoruz. Daha dikkatli inceleyeceğiz bundan sonra karşımızdakileri, daha iyi dinleyeceğiz, daha berraklaşacak zihinlerimiz, yaptıklarımız ve hayatlarımız daha çok sadeleşecek, alışkanlıklarımızı sorgulayacağız, hırpaladığımız bedenimiz ve zihnimizin daha çok farkına varacağız. “Peki ya sizin hiç fotoğrafını açıp yüzünün en ince ayrıntısı kadar, incelediğiniz biri oldu mu?” Cemal Süreya Hiçbir şeyin insan ilişkilerinden daha besleyeci olmadığını, dostlarımızın o gülümsemesinin bile içimizi ısıttığını, görev gibi gerçekleştirdiğimiz görüşmelerin her anının ne kadar değerli olduğunu sanırım hepimiz anladık. İnsan enerjisinin ne kadar değerli olduğunu… İnsana, insandan öte bakmayı. Biz robotları beklerken aslında biz robot olmuştuk. Robotlar bizi ele geçirmeyecekti, biz birbirimizi ele geçirmiştik egolarımızla. Sanırım bunun da hepimiz farkına vardık. Hissizleşmiştik, yorulmak nedir bilmiyorduk, dinlenmenin ne olduğunu unutmuştuk, kendi kendimize kalmanın değerini, kendimizi dinlemenin önemini. Ve işin kötüsü bunu kimsenin yapmasına da izin vermiyorduk. Her duygu bir görev gibiydi. Aşık olmak, öfkelenmek, sinirlenmek, mutlu olmak, ağlamak, kahkaha atmak. Hiçbirini hissederek yapmadığımız için abarta abarta yapmıştık. Çünkü nasıl yapıldığını unutmuştuk. Hepsi bir görev gibiydi bizler için. Yapmak zorundaydık çünkü herkes yapıyordu. Almak zorundaydık çünkü herkeste vardı. Konuşuyorduk çünkü zorundaydık. Sevmek zorundaydık çünkü herkes seviyordu. Kendi kendimize koyduğumuz o zorunluluklar tepemize çıkmıştı ve engel olamıyorduk. Yeni bir işe başlamakta, yeni bir iş kurmakta, terfi almakta, işten atılmakta. Hepsinin yeri aynıydı. Yaptığımız hiçbir işin değeri yoktu, yapmadıklarımızın da. Çünkü yapmak zorundaydık. Başkalarının hayatlarına o kadar çok odaklanmıştık ki, önümüzdeki gerçeği göremiyorduk. Nereden ve nasıl kurulduğunu ve hayatımıza hiç uygun olmayan o hayale nasıl saplanmış ve şimdi nasıl pişmandık onların peşinden gittiğimiz için. Sınıf birincisi, en iyi çalışan, en başarılı, en iyi koca, en iyi eş, en iyi çocuk, en iyi anne, en iyi baba… Zayıf olmaya hakkın yok! Zayıf olursan elenirsin. “En Zayıf Halka”, “Kim Milyoner Olmak İster?”, “Kapanmadan Kazan” gibi yarışmalarımız vardı. Çünkü en iyisi olmak içi yarışmak zorundaydık. Peki, neden? Tüm bunları ne için yapacaktık? “En iyi” neydi? “En iyi…” sıfatının “insan olmak” olduğunu sanırım hepimiz şimdi anlıyoruz. Hayattaki en önemli şeyin önce sağlık, sonra sevdiklerimizin değerini bildiğimiz, onlara değer verdiğimiz ve değer verildiğimiz bir hayat olduğunu biliyoruz. Vicdanı olan bir insan olmanın ne kadar iyi olduğunu anlıyoruz sanırım. En iyi sonradan kazanılmaz, en iyi kalbinin sesini dinleyerek olunur. Çünkü vicdanını dinleyen insan başka sözlere bencil olur. Kendini dinleyerek mutlu olur. Mutlu olan insan kendisini mutlu eder. Mutlu olan insan kendini kıyaslamaz. Mutlu olan insan çevresini de mutlu eder. Egolarımız yavaş yavaş susmaya başladı sanırım. Makyajsız gezemeyenler, benim çocuğum en zeki diyenler, ben aşık olmam diyenler, birilerini garanti görenler? Sanırım şu an bunların ve bu stratejilerin hiçbir değeri kalmadı. Hepimiz takkemizi aldık önümüze düşünüyoruz. Bizim için doğru olan ne? Öyle bir şey oldu ki, en yakınlarımız olan anne babalarımız ve kardeşlerimize bile sarılamıyoruz, öpemiyoruz, ellerini dahi tutamıyoruz onlara zarar veririz diye. Çok canımızı yaktı kayıplarla bu virüs. Ama bize canımızı acıta acıta çok önemli dersler de verdi sanıyorum. Sokakta hiç tanımadığın bir insanın gülümsemesi bile ne kadar değerliymiş. Simitçiye “merhaba” diyebilmek. Her sabah kahve aldığımız yerde “iki lafın belini kırmak”. Bir bahane ile karşılaşmanın değerini bir kez daha hatırlayacağız. Belki birbirlerimizin suratlarına daha anlamlı bakacağız, herhangi biri gibi değil. Baktığımızdan ötesini görmek isteyeceğiz belki de. Açan bir çiçeği farkedeceğiz. Her gün yürüdüğümüz yolda çöp toplayan o abiyi. Farkedeceğiz etrafımızda ne oluyorsa ve en önemlisi içimizde ne olduğunu, kalbimizin ne fısıldadığını farkedeceğiz. Ve farkedemeyip, ayak uyduramayanlar için çok geç olacak. Zaten genellikle evde yaşayan bir insandım. Kendi tercihimdi. O sosyal hayat girdabının içinde oradan oraya sürüklenmemek için aldığım bir karardı. Rafine ve farkında sosyalleşmek adına, kendimi ve istediklerimi daha iyi anlayabilmek adına aldığım bir karardı. Sınırlı sosyalleşiyordum. Sınırlı yiyor ve sınırlı harcıyordum. Önceleri kilo vererek başladım. Sonra beslenme düzenimi günde iki öğüne düşürerek. Sonra hayır demeyi öğrenerek. Sonra kendi işimi yapmaya karar vererek. Hayatımda çok bir şey değişmedi gibi aslında bu dönemle birlikte ama değişti. Her ne kadar kişisel inzivasına sosyal hayatına sınırlandırmalar getirip daha öncelerden çekilmiş biri olsam da hayatın temposundan odaklanamıyordum. Yolumu göremiyordum. Çünkü hep birilerine kendimi anlatmak zorunda kalıyor ve başladığım yere dönüp; “yanlış mı yapıyorum acaba?” diye sorguluyordum. Ve yoğun olarak yaklaşık 5 senedir ilk defa geçen sene bir takım sonuçlara ulaşmaya başlamıştım ve harekete geçmeye de başlamıştım. Kafamdaki soru şuydu; “hiçbir yere ve kimseye bağlı kalmadan kazanç sağlayıp, istediğim işi yapabilir miyim?”. O işle birlikte ayıklanmıştım, sadeleşmiştim, unuttuğum duyguları yeniden hatırlamıştım, “insanlar ne der?” kasetinden ellerim terleye terleye vazgeçmiştim. Kimilerine göre kafam çok karışıktı ama bu karışıklık beni hiç rahatsız etmiyordu. “Kafa karışıklığı iyidir karışmadan toparlanmaz!” diyordu içimden bir ses, herkese inat. Şimdi hepimizin karıştı sanırım. Ve bir gün bittiğinde bayram olsun! En güzel, en özel kıyafetlerimizle, misler gibi mümkünse kolonya dışında bir şeyler kokarak çıkalım dışarı. Gördüğümüz herkesi kucaklayarak gidelim gideceğimiz yere. Dokunmadan da insanların kalbine dokunabilmeyi sanırım öğreniyoruz. Ve yarın bir gün torunlarımıza bugünleri bazen gözlerimizden bir yaş gelerek ve bazen de gülümseyerek şöyle özetleyeceğiz belki de… “Bir gün bir virüs yayıldı dünyaya ve biz insan olduğumuzu hatırladık.” Yazı Fotoğraf: Los Angeles Times @mugztheblogger 2007 senesinde Ayazağa Işık Lisesi ve ardından 2011 senesinde İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü mezunu olan Mugz yarışmaya, yazmayı çok sevme kontenjanından katılıyor. MugzTheBlogger; hayat, aşk, kariyer ve daha birçok konuda yazıları ile sizinle buluşuyor. Yazıyı Paylaş Önceki YazıOFİS ÇALIŞANLARI İÇİN SAĞLIKLI BESLENME ÖNERİLERİ! Sonraki YazıKÜFLENMEYE YÜZ TUTMUŞ HİKAYELERİN KİTABI: KÜFLÜ VİRGÜL! 27 Mart 2020